Karanlık Mod
Fatiha, Kuran'ın ilk suresi ve özüdür. Fatiha'yı anlamak, Allah'ı tanımakla birlikte özgür bir hayata atılan ilk adımdır. Kuran'ı okumaya devam ettikçe, Fatiha'yı daha iyi kavramak için yeni bir şeyler öğreneceksiniz. Kuran okumaya devam ettikçe, Fatiha'nın özünü pekiştirirsiniz. Beyninizin içinde Fatiha'ya tekrar döner, onu tekrar işlersiniz.
Fatiha Kuran'a giriştir ve en önemli tabela, doğru yolda olduğunuzu işaret edecek mihenk taşıdır. Allah inşa ederse ve Fatiha'daki duanız kabul olursa, Kuran'ın gizlenmiş anahtarını bulmuş olacak ve okumaktan, anlamaktan aldığınız lezzet, sizi Allah'a güvenin, gazaptan uzaklaşmanın ve gerçeğin tılsımlı dünyasına yönlendirecek.
7 ayetlik bir surede işlenen konuların derinliği sizi şaşırtacak. Belki de bu denli kısa olmasının bile bir hikmeti var. 7 ayetin gizeminin ne kadar büyük olduğunu gördüğünüzde, "acaba devamındaki derinlik nasıldır?" diye düşünmekten kendinizi alıkoyamazsınız.
Fatiha'nın faziletine, anlamadan 313 kez okumayla erişemezsiniz. Fatiha'nın faziletine, anlatılmak istenen derinlikleri kavrayarak, sizi şüphesiz bir güven mertebesine ulaştırdığında, Allah'ın Rahim sıfatına mazhar olarak erişirsiniz. Belki de eskilerin "şu kadar okursanız, şu olur" şeklinde aktardığı rivayetlerdeki kasıt, tekrar etmekle, daha önce farkedemediğiniz derinliklerin keşfedilmesiydi. Evet, tekrar tekrar okumak gerekli. Okumanın yanı sıra, daha iyi anlayabilmek için bir öncekinden daha derin düşünmek gerekli.
Anlamadan okuduğunuzda, Fatiha dahil hiçbir ayetin size bir faydası olma ihtimali, Türkçe konuştuğunuz bir Çinlinin, bir fıkra anlattığınızda, fıkranıza gülme ihtimalinden daha düşük. Anlamadan okunan veya dinlenen ayetlerden metafizik bir etki bekliyorsanız, çok beklersiniz. Kuran'ın boş duvarlara okunmasıyla, size okunması arasında bir fark olmalı. Sizin boş duvarlardan fazla bir beyniniz var. Kuran, hastalıklı bölgeye okunup üflenmesiyle şifa bulduracak bir kitap değildir. Nasıl bir kitap olduğunu, Fatiha'nın 7 ayetiyle öğreneceksiniz. Fatiha'nın 7 ayeti, Kuran ile tanışmak, anlayarak okumaya başlamak için yeterlidir. Dinini "atalardan görüldüğü gibi" idraksiz yaşamakla, derinliğini anlayarak yaşamak arasındaki farkı anlayacaksınız.
İnsanın tapınma ihtiyacı, akıl ile gelir. Aklı olmayan bir insanın veya hayvanın böyle bir ihtiyacı yok. Öyleyse, aklın ihtiyacı olanı, akıl ile kavramaya çalışırsak doğru çözüme ulaşırız. Aklı devre dışı bırakan din anlayışları, ileride de anlatılacağı gibi "şeytanın aldatmasıdır".
Felsefenin temel üç sorusu vardır: kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum? Bu sorular dinin de temel soruları. Besmele, bu üç soruya derinden cevap veriyor. Okumaya Rahman ve Rahim olanın adıyla başlıyoruz. Bu cümlenin en başta olması tesadüf değildir. Besmele, Allah'ı bilmeye başlamanın en önemli kısmıdır. Tıpkı peygamberin yaptığı gibi, biz de bu başlangıçla birlikte; Kuran'a dair bir öngörü oluşturacağız, evrene dair ilk sorularımızı çözüme ulaştıracağız. Besmele ile birlikte, vahyin sahibini tanıyacağız, anlam derinliğine ineceğiz ve anlatılmak istenenleri kavramaya çalışacağız.
Besmelenin mistik bir tavırdan öte, tevhid inancını oluşturan, geniş anlam derinliği bulunuyor. Kelimelere mistik anlamlar yüklemek, Hinduizm gibi batıl hale gelmiş dinlerin bir öğretisidir. Kuran anlayışımıza ilk derinliği katabileceğimiz besmele, tam karşıtı bir şekilde, yanlış olan Kuran anlayışımızı ilk yok edecek kelime de olabilir.
Besmeleyi anlamaya çalışmak, Kuran'a dair bir anlayış kültürü oluşturur. Her anlamda bir başlangıçtır. Bakmaktan görmeye geçişi besmele ile öğreneceğiz. Başlangıç cümlesinin anlam derinliğine inerek, Kuran'ı kavramaya yönelik bir pratik oluşturacağız. Öğreneceğimiz şeyler de yine, sonraki ayetlerde yapacağımız fikir yürütmeler adına, bize temel bir dayanak noktası oluşturacak.
Ayetlere giriş, besmele ile olur. Besmeleyi her seferinde tefekkür derinliğiyle okumak, tıpkı abdest ile bedenin namaza hazırlanması gibi, zihnin okumaya hazırlanmasıdır. Zihin, besmelenin derinliğiyle ve "Allah" tasvirleriyle, şirk kirinden arınır. Besmele, anlayışın, idrakin abdestidir. Abdestin bedeni ferahlatması gibi, besmele de idraki ferahlatır.
Besmele ayrıca, Kuran'ın 19 matematiksel sistemini oluşturan temel dayanak noktasıdır. Sistem itibarıyla da, anlam itibarıyla da anahtardır. Besmelenin bir harfi veya Kuran'da bulunan bir yerini dahi değiştirirsek, Kuran'ın matematiksel sisteminin bozulacağı gibi, besmeleyi yanlış anlarsak veya hiç anlamazsak, Kuran'a dair anlayışımız da bozulacaktır.
Rahman'ı; tüm faydaların sebebi ve kaynağı olarak tanımlayabiliriz. Evrende bulunan tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmelerine olanak sağlayan her fayda, ekolojik sistemin mimarının eseridir. Öyle bir evren planlanmış ki; her canlı birbirine fayda sağlıyor, dönüşüyor ve gelişiyor. Yaşam döngüsünün devam etmesini sağlayan ve tüm faydaların kaynağı olan Allah'ın ilk sıfatı, Rahman'dır.
Rahman, bir çoban için koyunlarının yediği otları var eden, bir denizci için suya kaldırma kuvveti veren, bir radyocu için radyosferi var edendir. Evrende her ne eşyayı kullanıyorsak, temelindeki enerjinin sahibi; bu enerjiyi evrenin kanunlarıyla dönüştüren, Rahman'dır.
Düşünen birey, çevresini inceler ve aklında ilk şu soru oluşur: "Tüm bu sistemin mimarı kimdir?". Cevaben şunu verebiliriz: canlılığın devam etmesi, karşılıksız verilen "ilk faydaya" muhtaçtır. Bu faydanın kaynağı ise, mimarın kendisidir. Yediden yetmişe, her akıl sahibi bireyin ortak sorusudur bu. Tek tanrılı tüm dinlerde, tanrının ortak sıfatıdır. Evrensel bir anlayış biçimidir. İster pasif bir düşünür olalım, istersek aktif şekilde bilimle uğraşalım; Rahmaniyet sorusu global ve tarihin her döneminde cevaba muhtaç kalmış; din ve tanrı kavramlarının sorgulanmasına yol açmış bir sorudur. Belki de hiç kimse, bu mimarın varlığını reddetmiyor. Deizm ve agnostisizm (ve daha bir çok akım) bu mimarın varlığını kabul eder. Fakat varamadıkları sonuç şu: acaba biz bu mimarı anlayabilir, akledebilir ve kesin bir sonuca ulaşabilir miyiz?
Yaşam, halüsinatik bir sistemdir. Matematikle dizayn edilmiş ve inşasında hiçbir faydamızın olmadığı, kendi döngüsüne sahip bir evrene doğuyoruz. Kendi kendimize hiçbir faydamızın olmadığı ve hiçbir savunmamızın olmadığı bir halde dünyaya geliyoruz ve başkaları tarafından besleniyor, korunuyoruz. Bu olay ilginç bir metafordur. Kendimize soralım; bize sunulan bu ilk merhameti, hak ettik mi? Kendi emeğimizin, çalışmamızın bir karşılığı mıydı? Hayır. Peki bizi kendi ayaklarımızın üstünde durabilecek yaşa getiren kişiler, bu çalışmayı karşılıksız mı yaptı? Cevap, yine hayır. Karşılığı "kendini iyi hissetmek" bile olsa ve hatta bu kişiler anne babamız bile olsa, insan kendi evladına dahi karşılıksız bir fayda vermez. Evlatlarını yetiştirirken en azından yaşlılığını düşünür, kendinden doğan bir parçaya sahip olmak isteyebilir, hiç biri değilse bile evlatlar ile yalnızlığını giderebilir.
İyilik ile kötülük arasında, felsefi anlamda bir fark yoktur. İyiliği de kendimiz için yaparız, kötülüğü de kendimiz için yaparız. İyiliği vicdan, kötülüğü ego tetikler. İkisine de dair karşılık beklentimiz vardır. Vicdan, yediğimiz yemeği daha rahat yemek için iyilik yapmayı tetiklerken, ego, herkesten daha fazla yemek için kötülük yapmayı tetikler. Yalnız "Allah'ın rızası için yapılan" ve karşılığı Allah'tan beklenen eylemler ancak insan açısından karşılıksız olarak algılanabilir.
Rahman, az veya çok verirken, iyilik (vicdan) ve kötülük (ego) sebebiyle vermez. Allah'ın rahmet yaratımındaki sebebi, eğer iyilik gibi bir dürtü olsaydı, "Allah'ın birliği" söz konusu olamazdı. Çünkü vicdan ve egonun da sebebinde faydacılık vardır. Allah fayda beklemeyen tek ve gerçek güç sahibidir. Biz, "madem Allah var, neden Afrika'daki çocuklara yardım etmiyor?" tarzında bir soru sorduğumuzda, Allah'ın insan gibi bir varlık olduğunu, acıma ve kendini iyi hissetme duygularıyla hareket ediyor olduğunu zannetmiş oluruz. Dünyadan insanı söküp aldığınızda, zaten geride herhangi bir kötülük kavramı kalmıyor. Kötülüğü, bizler kendi kendimize yapıyoruz. İnsandaki çıkar beklentisi ve yoktan var edebilme yoksunluğu fayda beklentisini, dolayısıyla vicdanı ve egoyu doğurur. Rahman, insanlar arasında ayrım yapmaksızın, canlılığın özüne karşı bir fayda akışı sunar.
Bize Allah'ın Rahman sıfatıyla verdiği her şey, aslında rahmetin gerçek sahibini fark etmemiz içindir. Bu fark edişi yaşayabilmek için, öncelikle iyilik ve kötülük kavramlarını tanımalı, insanın karşılıksız hiçbir şey yapmadığını öğrenmeli, böyle bir sistemde karşılıksız veren bir gücün olması gerektiğini akletmeliyiz. Kendimizi ve diğer insanları incelemek, bu sonuçlara ulaşmanın en kolay yöntemidir. Karşılıksız kimsenin kimseye bir fayda sağlamadığı ve herkesin tüketici olduğu canlılık aleminde, tüm bu fayda döngüsünün "karşılık beklemeyen" bir kaynağı olmak zorundadır. Bu kaynak olmaksızın, herkesin ihtiyaç sahibi ve tüketici olduğu canlılık varlığını sürdüremez. Karşılıksız verenin ise, tüm ihtiyaçlardan arınmış olması gereklidir. Bu halüsinasyonu çözen kavram, "Rahman" dır.
Piyasada belirli bir para var ve bu para, insanların birbirlerine ürün ve hizmet sağlaması koşuluyla el değiştiriyor. İnsanları birbirine hizmete mecbur bırakıyor. Başkasından hizmet alabilmek için, başka birilerine hizmet sağlamış olmak ve sağladığımız bu hizmeti de aldığımız para ile belgelemiş olmak zorundayız. Aldığımız bu parayı, dilediğimiz başka bir hizmeti almak için kullanabiliriz.
İspanyollar Amerika'da bulunan altın yataklarını ilk keşfettiklerinde, bu altınları ülkelerine getirerek, herkesin zengin olacağını öngörmüşlerdi. Fakat sonuçlar hiç bekledikleri gibi olmadı. Evet, herkes altın zengini oldu ama herkesin zengin olmasıyla birlikte, her şeyin fiyatı da yükselme eğilimi gösterdi. Alım gücü arttıkça, herkeste "daha pahalıya satma" dürtüsü oluştu. Enflasyonun ilk defa keşfedilişi bu şekildedir.
Başlangıçta basılan her paranın altın karşılığı bulunuyordu. Günümüzde olduğu gibi karşılıksız para basıldığında, paranın çoğalmasıyla birlikte "hizmet karşılık değeri" düşecektir. Herkes para zengini olur ama ellerindeki parayla alacağı hizmet hacmi düşmeye başlar.
Evren içerisinde, hiç bitmeyen ve sürekli "karşılıksız verilen" bir değer üretimi söz konusudur. Yağmur, meyveler ve sebzeler, madenler, petrol, rüzgar, güneş gibi. Biz, Rahman'ın verdiği bu değerleri aramızda paylaşıyor ve birbirimize bir hizmet döngüsü sağlıyoruz. Darphanedeki basılan para karşılıksız basıldığında, ekonomik sistemi çökertirken, Rahman'ın karşılıksız verdiği bu değerler aslında ekonomik ve dolayısıyla teknolojik ilerlemenin temel sebebidir. Rahman'ın karşılıksız verdiği enerjiyi kullanıyor, dönüştürüyor ve hizmeti belgeleyen para karşılığında birbirlerimizin kullanımına sunuyoruz. Sadece tüketici özellikte canlılar olduğumuz için, Rahman'ın verdiklerine bir karşılık veremeyiz. Rahman'ı tanıyan kişi "şükür" ile minnet duygusunu ifade eder ve bir tavır geliştirir. Şükretmek ve minnet hali, Allah'ın insanoğluna verdiği lütfa karşılık başka bir lütuf ile cevap veremeyecek olmanın kabulüdür ve hükumdarlığın tanınmasıdır. Başka bir yolun olmadığının anlaşılmasıdır. Rahman, şükürsüz kişiyi "nankör" olarak niteler. Şükretmeyen insan gerçekten de Rahman'ın farkında olmayan insandır.
Oluşturduğumuz bölüşme sistemlerinin temel kaynağı, Rahman'ın karşılıksız verdiği değerlerdir. İnsanların aslında hiçbir şey üretemiyor olması, bu havuzu besleyen bir kaynağın var olduğunu da kanıtlar. Aklınıza şu soru gelebilir: "2 hidrojen ile 1 oksijeni birleştirip su elde edemez miyiz?". Evet, elde edebiliriz ama bunun için de enerji kaynağına ihtiyacımız var. Enerji kaynağı bulabilmek için de yine, Rahman'ın karşılıksız verdiği değerlerden herhangi birini (güneş, rüzgar, yerçekimi) kullanmak zorundayız. Canlılar hiçbir şey üretememelerine karşın, farklı eşyaları dönüştürerek, onları kullanırlar. Burada da Rahman'ın bir tecellisi söz konusudur. Aslında üretmiyor; taklit ediyoruz. Örneğin, uçan hiçbir varlık görmemiş olsak, önümüze bir hedef gibi gezegenler ve yıldızlar koyulmamış olsa, biz uçağı keşfedebilir miydik? Ya da ışınlanan bir varlık bulsaydık, onun sistemini çözüp nasıl yapılacağını keşfetmez miydik? Biz fikir dahi üretemiyor, Rahman'ın verdiklerinden, örneklerinden ilham alıyoruz. Ne kadar kısıtlıyken, ne kadar kendimizi beğenmiş olduğumuzu fark ettiniz mi? Bilim, bilim kurguyu takip eder. Evreni inceledikçe yeni kurgular farkediyor, onları yine Rahman'ın verdikleriyle yapay olarak oluşturmaya çalışıyoruz. Bilimin de kaynağı, yine Rahman'dır. Tüm kanunları belirleyen de yine Rahman'dır.
Sadece insan değil, evrendeki tüm canlılar tüketicidir. Hiçbir canlı yoktan var edemez. Bu nedenle tüm canlılık, Rahman'ın ümmeti olarak kabul edilir. Evrendeki yaşam döngüsü, Rahman'ın rahmetini kesmesi sonucu son bulacaktır. Canlılığımızın sona ermesi, edinecek bir faydamızın (rızkımızın) kalmadığı anlamına geldiği gibi, evrenin sonu da, evrenin tamamından rahmetin (enerjinin) kesilmesi şeklinde algılanabilir. Belki de uzayın çok uzak yerlerinde rahmet kesildi ve zincirleme bir kıyamet gerçekleşmeye başladı. Bize kadar ulaşması binlerce yıl sürecek. Kim olamaz diyebilir? Doğarken ölmeye başlamıyor muyuz?
Rahman'ı anarak başlamak, merhametin, faydanın asıl kaynağını tekrar idrak etmek ve "ben bunalımı"ndan çıkmayı, asıl rahmet kaynağını fark etmeyi hedefler. Ben bunalımından çıkan ve kibrinden, halüsinatik evrenin hipnozundan kurtulan insan Rahman'ı keşfeder. Bu keşif için derin ve objektif bir bakış açısına ulaşmak gereklidir. Allah'ı ve evreni anlamak, Rahman'ı anlamakla başlar. Rahman, insanlığın ortak sorusuna cevap veren terimdir ve akıl yoluyla keşfedilebilir. Rahman'ın sırrı, Rahim'in sırrıyla birleştiğinde, bu soruya cevap vermiş olmakla kalmayıp, bir adım daha ileri giderek, önemli bir bulmacayı çözmüş olacağız.
İnsanın karşılıksız bir şey yapmayacağını ve tüm faydaların kaynağının Allah olduğunu, Rahman sıfatını anlatırken vurguladık. Rahman sıfatının farkında olan kişiler, insanın aslında "karşılıksız hiçbir şey yapmayan" faydasız bir canlı olduğunu anladıktan sonra, insanlara maddi karşılık beklemeden yaptığı iyiliklerin karşılığını kimden bekleyecektir? Rahim'den.
Allah, Rahman sıfatıyla bulunduğumuz evrende yapabileceklerinin bir "önizlemesini" sunmaktadır. Verdiği nimetlerle kibre kapılmayıp, kendisini tanrılaştırmayıp, O'nu arayan ve sunduğu kanıtlarla O'nu bulan, sonrasında O'na sadık olan kişilere, Rahim sıfatıyla daha güzel bir evren sunacağını bildirmekte. Allah'ın zaten bir kez var etmiş olduğu ve kendisi hariç her canlının tüketici olduğunu bize gösterdiği evren; O'nun yeteneklerini tanımamıza bir sebeptir. Karşılıksız bunca güzellik veren Rahman, bir karşılık olarak ne güzellikler verebilir, düşünür müsünüz?
Şunu vurgulamak lazım. Allah'ı bilmeyen bir kimse de, başkalarına maddi karşılık beklemeden iyilik yapabilir. Fakat beklediği karşılık bazen "iç huzur" diyebileceğimiz, kendini iyi hissetmek veya iç burkan "acıma" duygusundan arınmak olabilir. Özünde iyi bir insandır, başkaları muhtaçken kendini iyi hissedemez, fakat yine hormonel nedenlerden dolayı iyilik yapar. Yemeğini daha rahat yiyebilmek için paylaşır, acıma duygusundan kurtulabilmek için yaşlı bir kimsenin elindeki poşetleri taşır. Belki de empatisi güçlüdür; kendisini karşıdakinin yerine koyar ve kendine acır.
Allah'ı bilen kişi, rahmetin asıl sahibini tanımıştır ve yaptığı tüm iyiliklerin karşılığını Allah'tan bekler. Cennetin kapısı bu kavramın farkındalığıyla açılır. Cennet, Rahim'in, karşılığını O'ndan bekleyerek hareket edenler için tekrar yaratacağı nihai evrendir. Matematiksel kanıtı, bulunduğumuz evrenin kendisidir.
Sorunsuz bir dünya hiçbir zaman var olmayacak. "Lucifer"in oluşturmaya çalıştığı, kendi kendine yetebilen ütopik dünya fikri, Rahim'e karşı bir duruştur. Bu ütopya, dünyanın kendi kendine yetebilecek bir düzene kavuşmasını hedefler. Yıkıcılığı yok eden, karşılığı Allah'tan beklenecek hiçbir faaliyetin, aransa da bulunamayacağı bir evren düşler.
Lucifer bu yolda ilerlemeye çalışırken, ayağına sürekli çelmeler takılır. İnsanları ilerlemeye, medeniyete davet eder. İyilik yapmayı da öğütler. İnsanın nankörlüğü, Lucifer için de bir derstir. Allah'a nankör olan insan, Lucifer'a da nankördür. Rahman'ın desteği ve Rahim'in "sihirli elleri" olmaksızın, bu ütopyanın da gerçekleşmesi imkansızdır. Belki de kaçırdığı nokta budur.
Lucifer'in bu fikrinde, dünyada İslamiyet dahil tüm dinlerin yok edilmesi gerekli görülmektedir. Sadece iyilik yapmak için iyilik yapmalı, karşılıksızlık hakim olmalı. Evet, Lucifer açısından bakarsak, kendi kendine yetebilen bir dünyada bizim "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarını algılayabilmemiz için besleneceğimiz kaynaklar yok olabilir. Farkındalığımızla birlikte İslamiyet de yok olabilir.
Albert Pike'ın (d. 29 Aralık 1809 ö. 2 Nisan 1891 - ABD'li şair, general ve 33. Derece Büyük Mason Üstadı) bu minvaldeki sözü şöyledir: "Kendimiz için yaptıklarımız bizimle birlikte ölür. Başkaları ve dünya için yaptıklarımızsa sonsuza dek yaşar."
Yine, Mazzini (Giovine Italia örgütünün kurucusu)'ye 15 Ağustos 1871 tarihli mektubunda şöyle der: "Rusya, Papa Hıristiyanlığın kalesi haline gelince, biz de devrimci nihilist ve ateistleri bunların üzerine salalım. Sosyal felaket kışkırtcılığı yaparak, bütün dehşeti ve inanılmazlığıyla, vahşetin anasını ve kanlı kargaşayı tüm dünya devletlerine gösterelim. Ardından her yerde kendilerini devrimci çılgın azınlığa karşı korumak zorunda kalan halk, medeniyet düşmanlarını yok edecektir. Hıristiyanların çoğu pusulasız ve nereye ibadet edeceğini bilmiyor olacak, işte o zaman saf Lucifer doktrinin evrensel inancı ile doğru ışığa kavuşacaklar. Ateizm ve Hıristiyanlığın aynı anda yıkılışı ve yok oluşunu takiben, yükselen Lucifercı manifesto, sonunda açığa çıkan olacak."
Rahman konusunda da değindiğimiz gibi Allah; insanda olduğu gibi acıma duygusundan ileri gelen bir nispetle lütufta bulunmaz. Afrika'da açlıktan ölen çocuklara, kötü durumda olduklarından dolayı yardım etmesi beklenemez. Acıma duygusu, insana özeldir. Bunun yanında, Afrika'da açlıktan ölen çocukları o durumdan kurtaracak olanlar, karşılığını Allah'tan bekleyerek iyilik yapacak olan insanlardır. Dünyada "kötülük" olarak algıladığımız her şey, mümin için "Rahmet" kaynağıdır.
Rahim; insandan karşılık beklemeden, karşılığı Allah'tan beklenen eylemlere "karşılığını" veren sıfattır. İnsanı, sadece ve sadece "tüm faydaların kaynağından" bir karşılık bekleyerek iyilik yapmaya yönlendirir. Yapılan iyiliğin karşılığını Allah'tan beklemek, dünyada karşılıksız iyilik yapanlarla dolu bir döngünün kurulmasına yol açar. Allah zaten Rahman sıfatıyla, tüm kontrolü elinde bulundurmayan hiçbir gücün oluşturması imkansız bir döngüyü yeryüzünde oluşturmuş durumda. Bizleri de bu döngüde adaletsiz davranmamamız için Rahim sıfatıyla müjdeler.
Cennetimizi kendi ellerimizle oluştururuz. Karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek, yine Allah'ın verdiklerini kullanarak yaptığımız iyilikler, bizlere "daha büyük karşılıksız iyilikler" olarak, bir sonraki evrenimizde geri dönecektir. Allah'ın Rahim sıfatına mazhar olabilmek için, yaptığımız iyilikleri "kendimiz için" değil, Allah'ın rızasını kazanmak için yapıyor olmamız gerekir. Karşılığı kendisinden beklenerek yapılan iyiliklere, bu iyiliklerin karşılığını fazlasıyla verecek olan Allah, Rahmeti bol olandır. Allah için yapılmamış, karşılığı sadece Allah'tan beklenmemiş tüm iyilikler sadece dünyevi yararımız içindir. Daha "iyi" bir insan olmak, daha "iyi" bir insan olarak ölmekle son bulur. Ölümsüzlük ve ahiret rahmeti, karşılığını Allah'tan bekleyerek iyilik yapana "Rahim" sıfatıyla verilecek olan bir ödüldür. Yapacağımız bu iyilikler, tıpkı Allah'ın bizlere yaptığı iyilikler gibi karşılıksız olduğunda, bizimle birlikte ölmez, bizler öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Lucifer'ın doktrininde savunduğu gibi, karşılık beklenerek yapılacak iyilikler yine bir enflasyon oluşturacak, bir yerlerden patlak verecektir.
Allah için yapılan iyilikler enflasyon oluşturmaz, ego beslemez, gösterişten uzaktır. Karşılık veremeyecek çorak topraklara kadar ulaşır. Kişinin kendisini yeterli görmesi mümkün değildir, statü beklentisi yoktur.
Peygamberlere vahyedilen kitapların insanlara tebliğ edilmesinin karşılığı Rahim sıfatıyla verilir. Peygamberleri bu girişimlere ikna eden de bu olmuştur. İnsanlara; onların karşı çıkacağı, ölümle tehdit edileceği yeni bir sistem ile gittiğinizde, karşılığını onlardan beklemeniz düşünülemez. Cefalarla, çilelerle dolu bu yolda, karşılık Allah'tan beklenir. Allah, Rahim sıfatıyla bu girişimlerin karşılık bulacağını belirtmekte.
Rahim sıfatının ilk tecellilerinden birisi de, Allah'ı tanımaya, sistemi anlamaya başlamaktır. Kişiye hidayet edilmesidir. Allah'a sonsuz güven duyma yoluna açılan ilk kapıda, evren halüsinasyonundan çıkmamız, Allah'ın yardımı olmadan başarabileceğimiz bir gelişme değildir. Allah, tıpkı peygamberlere yaptığı gibi, bizlere de kendini Rahman sıfatını anlamamız sonucu, Rahim sıfatıyla tanıtmaktadır. Bu yönde ikna edici ilhamlar vermekte, kanıtlar sunmaktadır.
Peygamberler örneğinden yola çıkarsak, dini faaliyetler karşılığında insanlardan çıkar bekleyenler, Allah'ın Rahim sıfatını kavramamış, dini dünya çıkarları için kullanan, kötü niyetli insanlardır. Hiçbir dini faaliyetin maddi çıkarı olmamalıdır. Din, kazanç aracı haline gelemez. Dini faaliyetler yürütmek, insani ilişkiler bakımından, ferahlıktan daha çok sıkıntıya sebep olabilir. Peygamberleri tebliğ etmeye, elçileri uyarmaya yönlendiren şey, Allah'ın Rahim sıfatı idi. Karşılığı insandan beklenen dini faaliyetler, Kuran'ı kavramamış, ticari araç haline getirenlerin, karşılık bekleyenlerin sahte faaliyetleridir.
Rahim sıfatının tecellisi, her zaman "maddi" olarak gerçekleşmez. Bazen hayatın olaylar döngüsü içerisinde doğru konumlanmamızı sağlar, bazen daha huzurlu bireyler olmamızı sağlar. Bazen hiç beklemediğimiz bir yerden bir kaynak ediniriz, bazense bize karşılığı iyi bir eş veya çocuklar olarak döner. En önemlisi ise, bu aksiyonların karşılığı ölümden sonraki yaşamda verilecek olmasıdır.
Allah'ı tanıdıktan, Rahman ve Rahim sıfatlarını kavradıktan sonra, Rahim'e karşı umarsız ve beklentisiz olma riskine girmek, insanın özündeki kötülüğün, iyiliğe baskın gelmesi halinde mümkün olabilir. Çabasız olmak, Allah'a olan güvensizlik nedeniyledir. Rahim sıfatının gerçekliğine dair şüphelerimizin ortadan kalkması için, Kuran'ı tam olarak anlamaya çalışmalı ve güvenimizi şüphesiz bir konuma getirmeliyiz. İnşallah, Allah'ın Rahim sıfatıyla, Kuran'ı kavrayacak ve kesin gerçekliği anlayacağız.
Rahman sıfatı akıl yoluyla rahatça keşfedilebilir ve kabul edilebilirken; Rahim'den gelecek faydalar için özel bir çaba içerisinde olmamız gerekiyor. Rahim sıfatını kavramak, evrenin halüsinatik sisteminden uyanmamızı sağlar. Her şeyi maddiyat olarak algılayan bencil birisi olmaktan kurtuluruz. Her şeyin sahibinin Allah olduğunu bilmekten, O'na duyulan güvenden alınan haz, her şeyin sahibi olmaktan daha fazla mutlu eder hale gelir. Adaletsiz dünyada adalet sahibini keşfederiz.
Rahman sıfatı kavranmadan, Rahim sıfatı kavranamaz. Hatta, Rahman sıfatını kavramadan, iyi bir insan olmamız mümkün değildir. Her şeyi kendimizden bilerek, yaptığımız iyilikleri de kendimizden bilerek, nasıl iyi bir insan olabiliriz? Yaptığımız iyiliklerde ne kadar samimi olabiliriz? Öncelikle, bize karşılıksız vereni tanımalı ve kibrimizi yenerek, gerekli minneti duyabilmeliyiz. Bu bir kırılma noktasıdır. Kendisine iyilik edeni tanımadan, başkasına iyilik yapmakla kendine bir statü vermek, temiz bir niyet değildir. Böyle kişi sahip olduğunu ve paylaştığını kendisinden zanneder. Halbuki, kendisi bir hiçtir ve içindeki acıma duygusunu yok etmek, ferah hissetmek amaçlı iyilik yapıyordur. Ancak Rahim sıfatına sığınarak yapılan iyilikler, gerçek iyiliklerdir.
Rahman ve Rahim sıfatlarının tam olarak kavranması sonucu, bizlere hiçbir zaman üzülmeyeceğimiz bir hayat vaat ediliyor. Yaşam ve sonrasına dair gerçeklikleri kavramış olan birey, sadece eksikliklerine ve yaptığı yanlışlara üzülecektir. Allah'ı tanıyan ve kendi yaptıklarından emin olan kimsenin ise, dünyaya dair hüzün duyacağı hiçbir şey kalmamıştır. Rahim sıfatı bu şekliyle de, insanı sonsuz mutluluk evrenine alarak, üzerinde tecelli eder.
Bütün merhametin ve faydaların kaynağı olan (Rahman ve Rahim) olan Allah, övgülerin, teşekkürün de tek sahibidir. Burada yine bir farkındalık vurgulanmaktadır. Biz insanlar, birbirimize dokunan faydalarımızdan dolayı birbirimize güzel sıfatların yanı sıra, teşekkürlerimizi sunarız. Allah, burada teşekkürün tek sahibinin kendisi olduğunun farkına varmamızı istiyor. Bizler, birbirimize duyduğumuz minnetin kaçta kaçını, nimetleri hizmetimize sunan Rahman'a duyuyoruz?
Teşekkür, faydanın sonrasında bir minnet duyma, kendini borçlu hissetme ifadesidir. Kuran'a göre, faydanın karşılığı Allah'tan beklenir. Ne yapılırsa, Allah'ın bizden razı olması için yapılır. Bize yapılan iyilik karşılığında da kendimizi minnet içinde hissetmememiz gerek. Bütün merhametin kaynağı Allah'tır. Dolayısıyla bir iyilik sonrasındaki minnet Allah'a duyulmalıdır. İyilik yapan da karşılığını Allah'tan beklemelidir. Zira insan nankördür; karşılığı insandan beklediğimiz sürece aldatılmaya mahkumuz.
İnsanın yoktan var etmek, bilginin kaynağı olmak, aydınlatıcı olmak gibi vasıfları yoktur. Refah içinde yaşayan insan bir nebze bu şekilde görülebilir ama, aynı insan zor durumda kaldığında hayatta kalma içgüdüsüyle çok daha farklı hareket edebilir. Bir varlığın kati merhamet sahibi olabilmesi için, ihtiyaçtan arınmış olması gereklidir. Bilginin ve enerjinin sahibi Allah, ihtiyaçtan arınmışlıkla, bizlere aramızda "merhametçilik" oynayacak malzemeler vermiştir. Bizlerin birbirimize gösterdiği alakanın kaynağı da, bu materyalleri bize bahşeden Allah'tır. Övgüler düzülecek hiçbir vasfımız yokken, birbirimize yaptığımız övgülerin sebebi ancak Allah'ı tanımamak veya kendimize tanrısal sıfatlar bahşetmemizden, ihtiyacımız olana sahipken, kendimizi ihtiyaçtan yoksun ve sahip olduğumuz her şeyi tam görmemizden kaynaklanabilir.
Kuran'ın Fatiha 1. ve 2. ayetleri, beynimizin sezgisel bölümüne hitap etmekte; hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını açıklamaktadır. Tüketici olan canlıların, "tek" üreticiyi bilmesi, bilme yolunda ise "Rahman ve Rahim" sıfatlarını inceleyerek bu bilgiyi içselleştirmesi tavsiye edilmektedir. Bizleri kontrol etme veya dünya nimetlerini bize sunma yoluyla otorite kurmak isteyen kişilerin hipnozundan kurtularak, mülkün asıl sahibiyle tanışmamız hedeflenmekte; Allah'ın farkına varmakla kendimizle tanışmamız, diğer canlıları da üstün görmememiz anlatılmaktadır. Nitekim, iyilik ve karşılık döngüsünün nasıl manipüle edildiği, herkes tarafından zorlanmadan incelenebilecek ve farkındalık kazanılabilecek bir konudur.
Bu ayette, Kuran ile tanışmamızın hemen arkasında, "Din günü" şeklinde anılan bir kavramla karşılaşıyoruz. Din günü kavramıyla birlikte, dinin de aslında ne olduğunu anlayacağız. Geçmişten bugüne birçok kez tahrifata uğrayarak gelen "din" kavramı, tekrar insanlığın karşısına çıktı. Allah'ın açıklayış biçimiyle, din kavramındaki tahrifatlar yok edilecek ve kavram özüne tekrar inilecek.
Evrenin ilk oluşumuyla ilgili oldukça fazla soru işaretimiz var. Böyle bir düzenin varlık nedeniyle ilgili sorular, ölümden sonrasıyla ilgili başka soruları da arkasından getirdi. Ölümden sonrasıyla ilgili sorulara cevap vermeye çalışan konu "din" olarak anılmaktadır. Kimileri için "dinen" ölümden sonra sonsuz bir yokluk, kimileri için de yeniden bir yaşam olduğu iddiaları, tarih boyunca süregelmiştir. Kuran'a göre ölümden sonra bir yaşam var mıdı? Varsa, bu iddiaları nasıl destekler?
Evrende, ölümden sonraki yaşam bazı metaforlarla desteklenmektedir: Ölümün kaçınılmaz oluşu, uyumak ve uyanmak, gece ve gündüz, mevsimlerle canlılığın tazelenmesi, suyun buharlaşıp tekrar yağması, hava döngüsü, toprağa karışıp başka bir canlıya kaynak olmak gibi evrende doğal biçimde bulunan geri dönüşüm sistemleri. En önemlisi de, canlılığın zaten bir şekilde "sıfırdan" var edilmiş olması. Doğada hiçbir şey yok olmaz iken (dönüşüme uğrar) ve hiçbir şey sıfırdan var edilemez iken, bir şekilde sıfırdan var eden bir gücün olmaması ihtimali düşünülemez. Ölümden sonra bir yaşamın olma ihtimali, düşünen birey için oldukça yüksektir. Bu derece yüksek bir ihtimale karşın bu sav kanıtlanamaz.
Kuran, düşünen, tahminde bulunmayarak, aklın yolunu tercih eden bireyler için vardır. Düşünen kişi, Kuran ile tanışmadan önce de yaşamla ve ölümden sonrasıyla ilgili kafa yormuştur. Belirli bir birikimi varken, bu birikimin sonucunda Kuran ile tanışması ve akla ne kadar hitap ettiğini görerek şaşırması, Kuran'a duyulan güvende önemli bir mihenk taşıdır. Objektif bir bakış açısıyla evreni değerlendiren birisi, aynı objektif bakış açısıyla Kuran'ı değerlendirdiğinde, şaşırtıcı çıkarımlara ulaşacaktır.
Kuran; ölümden sonrasında yeni bir yaşam olmasına yüksek ihtimal veren bireyler için, bu ihtimali kanıtlamak ve en önemli sorunu çözüme kavuşturulması sonucu, bireye özgür bir yaşam sunma fırsatı tanıyan bir kaynaktır. Kişiyi, varlık nedeniyle ilgili soruların çözümlendiği bir noktaya taşır. Hayattaki tüm ilişki ve güven problemlerini çözer. Yaşamsal hedef belirlenir ve belirsizliğin depresif dünyasından, netliğin teslimiyetle lezzetlendirildiği mutlu bir dünyaya taşır. Kuran'ın gerçekliğinin kişiye kanıtlanması, ölümden sonraki yaşamın hissedilmesine rağmen kanıtlanılamaması sorununa bir çözüm oluşturur. Din konusundaki bilgi kirliliğini ortadan kaldırır.
Kuran’ın din günü yaklaşımına bakalım. İnsanların sahiplik ve hükümdarlık iddia ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Birbirlerimize kurallar koyuyor, üstünlük taslıyor, küçük görüyor ve ezildiğimizde birbirimize başkaldırıyoruz. Özgürlük, hükmetme güdüsü, kölelik ise mutlu olma güdüsünü tetikliyor. Birbirimize karşı adil olmayı beceremiyoruz ve kendimiz gibi olmayanları ötekileştiriyoruz. Başka yöreleri işgal ediyor, onlara da kendi kurallarımızı dayatıyoruz. Hatta dinleri kullanarak, kendi hükümdarlığımızın aslında Allah’ın hükümdarlığı olduğunu iddia edecek kadar ileri gidiyoruz.
Bu ayette, din gününde, insanların birbirlerini zorla dairesine aldıkları bütün hükümranlıkların son bulacağı ve tek hükümdarın, yaşamın sahibi olan Allah’ın olacağı bildiriliyor. Düzen insanların elinde olmayacak ve herkes tek bir kontrol merkezinin hükmü altına girecek. Ölümden sonraki yaşamdaki tek hükümdarımız, tek “tek” olanın olacak. İhtiyaçtan yoksun Allah, bizi kendine döndürecek ve adaletsizliğimize karşın, kendi adaletiyle hükmedecek.
Kavramsal bir deyişle, ölümden sonra şimdikine benzer bir yaşam biçimi olmayabilir. Ölümden sonraki yaşamın, şimdiki tabiat kanunları açısından baktığımızda “yokluk” olarak algılanması gayet normaldir çünkü algılayamadığımız her şey bizim için zaten yoktur. Kuran’ın yorumlanmasıyla, din günü hakkında fikirler edinebiliriz ve şimdiki yaşamımızdan bir takım metaforlarla kavramaya çalışabiliriz. Düşünmek ve yorumlamaya çalışmak esas görevimiz. Kuran, kendi matematiğiyle ve anlatımıyla öncelikle kendini kanıtlayarak, bize fiziken kanıtlayamadığımız ama tahminlerde bulunabileceğimiz konularda güvenilir bir kaynak teşkil etmek için vardır. Öncelikle mesajın Allah’tan geldiğine tam olarak kanaat getirmemiz gerekli ki, mesajın fiziken kanıtlanamayacak iddialarına karşın akli bir iman seviyesine erişebilelim. Mesajı incelemeye devam etmeli ve “aklen iman” noktasına geldiğimizde, okumayı tekrarlamalı ve yeni bakış açımızla anlamaya çalışmalıyız. Din günü mesajı, ileriki ayetlerde çok daha ayrıntılı biçimde işlenecek ve fikirlerimizin pekiştirilmesine yardımcı olacak. Şimdilik, ayeti kendi bağlamında incelemek adına, ileriki ayetlere değinmeyelim ve okumaya devam edelim.
Tarih boyunca süregelmiş ve birçok şekilde tahrife uğramış din kavramının yeniden anlaşılmasının ardından, “kulluk/ibadet” kavramıyla karşılaşıyoruz. Bu ayette kulluk ve ibadet kavramıyla yardım dileme anlayışı birleştirilmiş. Bu iki öğenin birbirinden ayırt edilemez ve ayrı bir şekilde anlaşılamaz olduğu aşikar.
Kul, eski dilde köle anlamına gelir. Herhangi bir gücün egemenliği altında olan kişi demektir. “Yalnız sana kulluk ederiz” deyimiyle, yalnızca Allah’ın egemenliği altında olduğumuzu ifade ediyoruz. Osmanlı padişahları halka “kul” diye hitap ederken, onların egemenliği altında olduğumuzu ifade etmeye çalışırlardı. Bir kişi, bir başkasının üzerinde egemenlik iddia ettiği vakit, o kişiyi kul olarak kabul eder. Kul olunmuş kimseye efendi denir. Efendi kuralları belirler ve kul ona riayet eder. Bu ayette, egemenliği altında bulunulmaya değer olanın sadece Allah olduğu ifade ediliyor. Başka hiçbir kişi veya kavrama karşı kulluk aidiyeti hissetmediğimizi ifade ediyoruz.
Ortak yaşama dair düzenleyici kuralların dışında, herhangi bir kişi veya kurumun irademizi devre dışı bırakacak şekilde koyduğu kurallara riayet ettiğimiz zaman kulluk yapmış oluruz. Örneğin, babadan oğula geçen bir hilafet rejiminde yaşam sürerken, toplumsal iradenin dışında bir kişinin koyduğu kurallarla yaşamak zorunda kaldığımızda, o kişiye kulluk ederiz. Buna karşın, demokratik yollarla yönetilen bir toplumda, halkın güvenerek seçtiği kişilerin düzenlediği kanunlara uymak, kulluk anlamına gelmez. Benzer şekilde, anne baba dahil, herhangi bir kişinin iradeyi devre dışı bırakacak şekilde koyduğu kurallara itirazsız bir şekilde uymak, kulluk anlamına gelir.
İleriki ayetlerde iradeyi zorlayan, nefsin kontrol altına alınmasını gerektiren bazı kurallar göreceyiz. Bu kurallara irademizi zorlayacak biçimde uyarak, Allah’ın egemenliğini kabul etmiş ve Allah’a kulluk etmiş oluruz. Allah dışında hiçbir kişi veya kurumun, toplumsal veya kişisel irademiz dışında koyduğu kurallara uymayarak ve irademizi sadece Allah’a teslim ederek, kulluk etmiş olacağız.
Kulluk kavramının gerekliliği, bu açılımla birlikte yeni bir boyut kazanıyor. Allah neden bizden, vermiş olduğu nefsi zorlayarak, bazı kurallara uymamızı ister? Cevap; başkalarına teslim olmamamız için. İster Allah’ın kurallarına uyalım, ister uymayalım, hayat boyu kendi kurallarına uymamızı isteyen birçok kişiyle karşılaşacağız. Bu kişi veya kurumlara irademizi teslim etmemiz beklenecek. Sorgulamamamız istenecek, sorgulanırsak ayıplanacağız.
Dinler tahrif edildiklerinde, özünden uzaklaşırlar. Kötü niyetli kişiler, kendi kurallarını dinin içerisine empoze ederek, toplumları yönlendirirler. Bir süre sonra bu kurallar tüm toplumca benimsenir ve gelenek/görenek haline gelir. Hiç farkında olmadan, bu kısıtlamalara “dinmiş gibi” uyarız. Uymadığımızda ailemizden ve çevremizden dışlanırız. Onlar gibi olmamanın sonucu ayıplanmak olur. Kuran’da, Allah’ın uymamızı istediği bazı kurallar göreceksiniz. Farkedeceksiniz ki, bu kurallarda yer almayan yüzlerce kural, dinin içerisinde bazı kişiler tarafından empoze edilmiş. Allah’ın uymamızı istediği kurallar ile, hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz, gelenekleşmiş din kuralları çok farklı. Burada Allah’ın kurallarını seçerek, onları takip ederek, insanların kendi koyduğu kurallardan uzaklaşacağız. Denizde boğulurken, Allah’ın kuralları bize bir kurtuluş ipi olarak uzatılacak. Doğruyla yanlışı ayırt etmemiz sağlanacak. Benzer şekilde, ipin ucunu kaçırmış liderlerin de koyduğu saçma sapan kurallara karşı, Allah’ın kurallarıyla birlikte toplumsal bir direniş gösterme yetisi elde edeceğiz.
Tarihin tüm dönemlerinde insanlar birçok kurala uymak zorunda kalmıştır. Yeni kurallar eklenip durmuş, toplumlar yeni kurallarla yobazlaşma yönünde her seferinde daha fazla ileri gitmiştir. Sadece Allah’a teslim olmayan kişi, tanrıcılık oynayan başka güçlere teslim olacaktır. Hiçbir şeye teslim olmayan da en son kendi nefsinin kölesi olacaktır.
İnsan aslında özgür müdür? Hayır, insan özgürlüğü sevmez. Evinin duvarları, çatısı belli olsun ister. Milyonlarca insanın bulunduğu şehirlerde yaşıyoruz ama hepimiz kendi köyümüzü kuruyoruz. Herkesle görüşmüyoruz, yine “tanıdıklarla” sınırlı bir hayat kuruyoruz. Disiplin mutluluk getirir. Disiplini kendisinden daha yüksek olan insanlara imrenir, lider olarak seçeriz. Kendimizi ne kadar özgür sanırsak sanalım, özgür olmak istemeyiz. Özgür olup hakimiyet peşinde koşmaktansa, köle olup, mutlu olmak isteriz. Aslında yönetim altında olarak, her şeyi yönetmek zorunda kalmamak, bir nevi mutluluk formülüdür. Bırakalım işleri yöneticiler halletsin, bizim ilgilenecek bir “kendimiz” var. Allah bize evrensel bir sabitlik belirleyerek, kul olunacak ve yardım istenecek tek mercinin kendisi olduğunu bildiriyor. Koşullarımızın şu an iyi olması, kendi kendimizin efendisiymiş gibi hissettirebilir. Peki, koşullarımız kötüleştiğinde de aynı şeyi hissedebiliyor muyuz? İhtiyaç duyduğumuz bir yardım eli olmuyor mu? İşte, kulluk ettiğimiz Allah, aynı zamanda bizim yardım elimizdir. İnsanın insana hiçbir faydası yoktur. Size yardım eden insanlara da Allah yardım etmiştir. Tüm sistemi geriye doğru sardığımızda, ilk yardım eli yine yaşamın kaynağı olan Allah’tan uzatılmıştır.
Kulluk edilene, ibadet edilmiş olur. Kendinden yüce görmek, buradaki mantığın esasıdır. Yani şunu anlamamız gerek; bizden yüce olan sadece Allah’tır. Arada başka hiçbir kişi veya kavram yok. Hiçbir insanı gözümüzde büyütmemeli, Allah’a karşı tam bir teslimiyet içerisinde olmalıyız. Sadece Allah’a duyulan teslimiyet içerisinde, arada başka hiçbir kademe bulunmaz. Bu ilişki, direkt bir ilişkidir. Arada hiçbir boşluk yoktur. Başka insanları överek, hayranlık duyarak veya itaat ederek Allah ile aramızda bir kademeye konumlandırdığımızda, tevhidden uzaklaşmış oluruz. Allah ile aramızdaki efendi/kul ilişkisini bitişik bir nizamda yürütmeliyiz.
Nitekim, sonraki ayetlerde yer alan bazı ibadet biçimlerinin amacı da bu ilişkiyi diri tutmak olacak. Kuran’da namaz, oruç gibi ibadetlerin yapılmamasına karşın bir ceza verilmez. Cehennem ile cezalandırılacak ceza şirktir. Şirk, tevhidden uzaklaşarak, başka ilahlar/efendiler edinmektir. Ritüel halinde olan ibadetlerin amacı tevhidi diri tutmak olduğuna göre, bu ibadetler ancak tam bir tevhid inancına ulaştıktan sonra faydalı olacaktır. Yapmamanın cezası olmamasıyla birlikte, tevhid kavranmadığı sürece, bu ibadetleri yapmakta fayda vermeyebilir. Öncelikle Allah’ı bilmeli. İbadetin faydasını gören kimse, zaten onu terk edemez. Terk eden kişi, tevhid kavramını içselleştirmemiş ve ibadetlerinden fayda görmüyordur.
Geleneksel anlayışımızla, Kuran’ın öz anlayışı arasındaki kopuklukları idrak etmemiz için bu hatırlatma önemli olabilir. Yine de henüz o ayetlere sıra gelmediği için, küçük bir hatırlatma istisnasıyla, bu ayeti bağlamında değerlendirmiş olalım.
Bu ayette, Kuran’ın dua niteliğindeki ilk ayetiyle karşılaşıyoruz. Bu dua, edilecek tüm duaların varacağı nihai noktadır. Sonraki ayetlerde vurgulanacak her şeyin varacağı amaç, tek bir dua ile adeta sıkıştırılmıştır. Kuran’a öyle bir dua ile başlıyoruz ki, ileriki ayetlerde bu yolu tanıyacak, sevecek ve bu duayı içtenlikle edeceğiz, ya da bu yolu reddedecek, ruhsuz, bedensel ihtiyaçlarımızın çerçevesinde bir hayat süreceğiz. Ayrıca ileriki ayetlerde, bu duada işaret edilen yola yalnız Allah’ın tek taraflı biçimde, bize yönlendirmesiyle vermesiyle varabileceğimizi anlayacağız. Bize izin vermesini de bu dua ile isteyeceğiz. Müthiş bir kurgunun, müthiş duası; duaların başı ve duaların sonudur.
Sıratı mustakim; ne kadar zeki, kültürlü, varlıklı olursak olalım; yalnız Allah’ın bize merhametiyle, kalp gözümüzün açılmasıyla varılacak bir mertebedir. Tercüme veya anlatım ile değil, istek ve yönelme ile tadarak, tecrübe ederek anlaşılır. Öyle lezzetlidir ki, bir defa tadanı peşinden sürükler. Bu yolda olanların tecrübeleri şahitlik eder ki, telkinle girilemeyecek bir yoldur. Allah, Kuran ile birlikte sıratı müstakimi bohemlikten uzaklaştırıyor, doğru yol üzerinde, akıl ile bezenmiş bir yaşam olarak yeniden şekillendiriyor. Aradaki hiçbir menfaatçiye zemin bırakmıyor. Kişi ile yaratıcı arasında bir yol olarak tanımlıyor.
Tıpkı din ve ibadetler gibi, sıratı mustakim de tarih boyunca her milletten insanların kendilerince açıklamaya çalıştığı, üstüne binlerce kitap yazılan, kimilerince doğru anlatılan, kimilerince tahrif edilmiş bir kavramdır. Nirvana’ya ulaşmayı dileyenlerin de, tasavvuf ile benliklerini unutmak isteyenlerin de, cezbeye merak salanın da gittiği yolu düzelten bir kavramdır. Bu yüzden o bir “yol”dur. İnsanların bin yıllardır farkındalığı olan bu kavramın tahrifatı, Kuran ile düzeltilmektedir.
Allah, bu ayette sıratı mustakim yolunda olanlara nimet verildiğini, olmayanların ise iki ayrı niteleme ile gazaba uğramış olduklarını ve sapmış olduklarını belirtiyor.
Buradaki nimet kavramı, kendimizde olmayanı, Allah’ın lütfetmesidir. Allah’ın direkt, kendinden bir hediyesidir. Çalışmakla edinilmez. Buradaki nimeti, Kuran’ın kendisi olarak algılamalıyız. Ayette, “nimet verdiğin kimselerin yoluna” şeklinde bir vurgu bulunmakta. Bu yol, peygamberimizin yoludur.
Kuran en başta sadece bir kişiye lütfedilmiş (nimetlendirilmiş) ve o bir kişi diğer insanları bu yola davet etmiştir. Davet ettiği kimseler de, daha sonra başkalarını davet ederek, “nimet verilenlerin yolu”nu oluşturmuşlardır. Buradaki incelik, ileriki ayetlerde ifade edilecek olan; uyarıcı gönderilmeyenlerden hesap sorulmayacağı ifadeleriyle örtüşür.
Nimet verilenlerin yolu, peygamber ile başlayan, Allah’ın Kuran’ı fark ettirdiği (hidayet ettiği) kimselerin bulunduğu yoldur. Nimet verilen kimseleri fark etmek, sıratı mustakim yoluna erişmekte önemli bir mihenk taşıdır. Bu fark ediş, önyargılardan arınarak, belki de önceki tüm bildiklerimizi unutarak, yeniden öğrenmeye açık, akılcı ve objektif bir bakış açısıyla mümkündür. Nimet verilmiş (Kuran’ı kavramış) uyarıcıları algılamalıyız ki, o yolun bir yolcusu olalım. Tekrar edelim ki, nimet tek taraflı bir lütuftur, çalışmakla hak edilecek bir ödül değildir. Allah’tan hidayet, nimet beklentisi içinde olmalıyız. Hidayet, Kuran ile sabit; Allah’a ilk duamızdır. İlk duanın kabulüyle Allah ile tanışırız. Tanıştıktan sonra o kadar şaşırırsınız ki, bunca zaman fark etmediğiniz gerçeklikler, “gerçekten de” sadece Allah’ın lütfuyla oluyormuş dersiniz. Hidayet beklediğiniz duanın kabulü, sizi Allah’a güvenin ve sıratı mustakimin pürüzsüz yoluna iletir, kurtuluşa yönlendirir. Dua kabul görmezse, Kuran’ı anlamanıza imkan yoktur.
Kimlerin nimet sahibi oldukları hemen açıklanmakta. Gazaba uğramışlar ve sapmışlar, nimet (Kuran) verilmemiş olanların yolundadır, sıratı mustakim yolunda değil.
Gazap, Allah’ın öfkesidir. İleriki ayetlerde göreceğiz ki; Allah’ın öfkesi, kişinin anlayışını ve farkındalığını kısıtlayan, bazen zenginlikle, bazen kibirle bakan-kör durumuna getiren bir durumdur. Şükürsüzdür, çünkü Allah’ın öfkesi sonucu kişi her şeyi kendinden bilir. Bencildir ama mutlu değildir. Her şeyini tamam zanneder. Güç sahibidir ama en büyük korkusu, sahip olduğu gücü kaybetme korkusudur. Kendinin farkındadır fakat aydınlığa giden bir yol bulamaz. Çıkışı gösteren tabelaları görmeyecek biçimde gazaba uğramıştır. Ölüm kanseri olan bedenini besler durur, hormonlarının esiri haline gelmiştir. Korkularını hep yanında gezdirir. Allah’ın gazabı, yaşamı her anlamda travmatik hale getirir. Dünya kadar malı vardır ama beş kuruşun hesabını yapar. Çok iyi şartlara sahiptir ama daha iyilerini kıskanır. Hepsinden örnekler görüyoruz değil mi çevremizde?
Sapmış olmak, doğru yolda olduğunu zannederek, büyük bir inançla yanlışa sarılmak demektir. Sorgulamadan, etrafındaki çoğunluğun inandıklarına körü körüne inananlar zan içinde olan, sapmış kişilerdir.
Şeytan kavramına değinmemiz gereken bir konudayız. Şeytan, bize kendini doğru gösteren yanlışlıklardır. Tıpkı sıratı mustakim gibi, geniş bir anlatımın tek bir kelimeye sıkıştırılmış halidir. Saptıran, şeytandır. Gösterdiği yolu Allah’ın yolu zannederiz. Protokol konvoyundaki sahte makam aracı gibidir. Kaportası neredeyse aynıdır ama içerisinde makam sahibi oturmuyordur. Şeytandan ve dolayısıyla sapkınlıktan, akıl ile kurtulunur. Akıl, bize verilen (belki de sadece bizde olan) yegane savunma ve idrak aracımızdır. Akıldan uzaklaştıran her şey, şeytanın yoluna davet eder.
Bu duanın üzerinde uzunca durun. Bunca zaman fark etmediğiniz gerçekleri görmeyi dileyin. Bilmediğimiz çok şey var. Allah inşa ederse, duanızın kabulüyle hayatın içinde, hiç girmediğiniz bir boyuta gireceksiniz. Öyle bir sevgili bulacaksınız ki, batmayan, yıkılmayan, ihtiyaçtan yoksun, gücü bitmeyen. Duanız kabul olursa, daha önce hiç hissetmediğiniz bir güven duygusu hissedeceksiniz. Öyle bir güven ki, yalnız doğup, yalnız öldüğünüz dünyada, sizi asla yolda bırakmıyor. Merak edin. Bu duyguları yaşamak isteyin. Gece gündüz isteyin. Bilincinizi yok edin, en çıplak halinizle isteyin.